Kimliksiz dolaşabiliyoruz da cüzdansız dolaşamıyoruz. Neden? Bir cüzdana hatta kabarık bir cüzdana sahip olmak için kimliğimizi kaybetmeye hazırız da cüzdanımızı kaybetsek bizde kayboluruz. Niçin?
Aklımda yine deli sorular var. Balıklar mı karıncaları yiyecek yoksa karıncalar mı balıkları kestirmek güç değil diye düşünüyorum. Su’yun ‘nihai sonu’ belirlediği ortada.
Yalnız bu cüzdan insan meselesinde henüz “su” kadar net olan bir şey yok. Kimin kimi alt edeceği henüz belli değil. Ancak meylimiz cüzdandan yana olursa orası da netleşecek gibi görünüyor.
Yapılacak işler karşısında insan ömrü çok cüce kalıyor nedense. İnsanın sosyolojik, fizyolojik, biyolojik bir canlı olduğu düşünülünce yapılması gereken o kadar çok şey var ki. Birine yetişsek biri kaçıyor.
Maslov ihtiyaçlar hiyerarşisini günümüzde yeniden yapmaya kalksa o basamaklar kocaman bir gökdelene döner, bizde ancak bakarız. Bu gün toplumun %80-90’nı ilk iki basamağın üstüne çıkabilmiş değil. Ancak kendini gerçekleştirmeden yani en tepeye çıkmadan, ihtiraslarının dürtmesi sonucu kabarık bir cüzdan sahibi olmayı amaçlıyor. Çoğu o hayalindeki kabarık cüzdana ulaşamadan yolun sonuna geliyor payına ise soğuk bir musallada içli bir sala kalıyor.
Ne kadar iyimser olmaya çalışsak da insanlığımızı her geçen gün biraz daha yitiriyoruz. Açların varlığını hissetmemek için zengin muhitlere taşınmaya başladığımızda insanlıkla ilişiğimizi kesmiş oluyoruz. Mesafe açıldıkça bir daha yüzümüz tutmuyor eski tanıdıklara selam vermeye.
Uyarı yok ikaz yok bir gün gelecek ve cüzdanlarımız bizi teslim alacak. Oysa beklerdik ki bir uyarı versin, iki el ateş etsin ben geliyorum desin ama yok. Dan diye giriyor içeri bir cüzdan ve teslim alıyor daha ayırtına varmadan. Sonrası malum cüzdan önde biz arkada takibe devam
Çok geç olmadan insanlığa son çağrımızı İsmet Özel’in Of Not Being A Jew şiirinden bir dize ile yapalım;
“Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön
Şarkıya dön, eve dön, kendine dön!”
Düşünüyorum da Fatih’in, Süleyman’ın cüzdanı var mıydı? Cüzdanı olmadan saraydan dışarı çıkabiliyorlar mıydı? Kimliğiyle mi iş yaparlardı, cüzdanıyla mı? Günümüz insanlarındaki hırs zamanında Fatih’te olsaydı kim bilir kaç İstanbul fet ederdi, kaç kardeş katline cevaz verir, tahtını sağlamlaştırmak için kim bilir neler yapabilirdi.
Fatih’in hırsı ihtirası İstanbul’u alana kadardı demekte yanlış olur. Fatih insandı diyelim nokta babında bizse ufak ufak azar azar cüzdanlarımızın kölesi ve müdavimi.
“Öyle bir yol yürüdünüz ki ancak
dönüş yolunu yok ederek gelebilirdiniz
inişiniz bir iniş olurdu başa dönmemecesine.
Yağmur yalnız yağarken yağmurdur
sen yalnız senken sensin
burada kalamazsın ve başa dönemezsin
gitmek zorundasın!”
Hırsı ile cüzdanı arasına sıkışan insanlığın hali ne beterdir kim bilir?
Ey “birisi” olabilmek için erken kalkıp geç saatlere kadar çalışan ve bedeni kuvvetine inanıp, kalbi kuvvetine inanmayanlar. “Birisi” olmak sıkıcıdır.
Kendi adını unutup, dahil oldukları ideolojik propagandanın içeriğini unutmayanlar. Dar ve şekilsiz kalıplara oturttuğu bünyeleri ile sürekli rahatsızlık çekenler. Kurumuş saksılara su vermekten geri durmayıp, müziklere ritim tutmaktan geri duranlar. Emniyeti kilitlerde bulup; kapılarını kilitlerken, kendilerini de kilitleyenler. Çocukluğunu hayatlarından çıkarıp, insani yanından alıp ekonomik yanına tasarruf sağlayanlar.
Birisi olmak sıkıcıdır diyeyim size.
Birisi olmanın geniş sınırlarının albenisine kapılıp, bir kalpte tek adım mesafe alamayanlar, bu acı da yalnız sizindir!
Annenizin koynunda bir çukur bırakarak kaybolan çocukluğunuz ile bir köşe başında burun buruna gelseniz tanıyabilir misiniz? Ya sokaklarda, parklarda bıraktığınız hevesleriniz... Çarpışan arabalara ilk binen sizsiniz demek! Yazık ki ilk inende siz olmuşsunuz...
20 çeşit yumuşatıcı üreten kimya sektörü, insan vücudunu örten ya da bilinçsizce açan tekstil sektörü, en fazla MB ve en fazla piksel ile dünyayı içine sığdırabileceğini düşünen teknoloji sektörü. Siz; birisi olmaktan, marka olmaktan başka nesiniz ki?
O kadar çok olağan kadın ve o kadar çok olağanüstü erkek gördüm ki “birisi” olmaktan şaşmaya da müsaitlerdi hani, lakin “el ne der” diyerek geri durdular hep kendi isminin önüne koyacakları sıfatı kendi seçemeyenler.
Ey zehrini körfeze akıtan adam, körfezde balıklar ölünce insanlık bundan nasıl faydalanacak? Ormanları yakınca, şehre inen ayılar hanginizde kalacak? Ya Suriye’yi bombalarsak bunun nasıl bir faydası olacak?
Bir hicret lazım, iltica da olabilir. Yokluğumuzdan varlığa, hodbinlikten insanlığa, duygusuzluktan duyguya, kinden nefretten arınıp şefkate göç etmemiz lazım.
İlkin kendimizden başlayalım.
Faniyiz. Ama görüyorum ki fanilik size sadece bir kefenle gömüldüğünüzü hatırlatamıyor. Ve bu cümleden sonra, “insanız bağışla” sözüne geçit yok.