Bilim çağı, uzaya gidiyoruz, uydu fırlatacağız, kendi aşımızı üretiyoruz falan bunlar hepsi laf da çocuk gelinler, dövülerek öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayan kadınlar, şiddet gören kadınlar, ezilen, itilen kakılan kadınlar var bu ülkede ve bunlar sonuna kadar gerçek!
Hiçbir cinsiyetin bir diğerinden üstün ve ayrıcalıklı olması mümkün değilken birileri kendilerini birinci ve üstün görmeye başladığında film kopuyor.
Kadına, özellikle de Türk kadınına verilen değer ortada. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün; sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göğe çıkarılmaya layıksın’dan, bugün insan yerine koyulmayan, fikri sorulmayan, dövülen, bir kenara itilen kadınlarımız var. Ve maalesef kadınını yok sayan toplumlar gerekli ve yeterli ilerlemeyi asla sağlayamamıştır, sağlaması da mümkün değildir.
Kadın toplumun her kademesinde olması gerektiği yeri almadığı sürece, hiçbir atılım, hiçbir kalkınma planı hedefine ulaşmayacaktır.Evde yemek olmamasını kadının beceriksizliğine bağlayan, çocuğun iyi yetiştirilememesini evdeki kadına bağlayan ve son olarak da ekonomideki işsizliği, kadının iş hayatına katılmasına bağlamak yapılabilecek en büyük haksızlıktır.
2017 yılında artfull living de yazarken oradan beni takip eden genç okurlarımdan biri, mail atıp içinde olduğu durumdan bahsetmişti bana. Büyük umutlarla beklediği 18 yaşı onun için bir kâbus olmuş, kazandığı üniversitenin bile tadını çıkaramamıştı.
18 yaşına girer girmez kendinden yaşça büyük bir akrabalarına vermişlerdi. Bende bu acı hikâyeye istinaden “Keşke Adını Birsen Koymasalardı” adlı yazımı yazmıştım. Şimdi dönüp okudukça üzerinden 4 yıl geçmiş olmasına rağmen, çocuk gelinlerin, Ünzile’lerin durumunda hiçbir iyileşmenin olmadığını bilakis her geçen gün geriye gittiğini görüyorum.
2017 yılında yazdığım o yazım;
İçsesim bastırmaya çalışıyor bağırışlarımı yine de sesime sığmayan bir ton var insandan beter, taştan hallice. Keşke adını Birsen koymasalardı diyorum. Yanımdaki amca; bana mı dedin evladım diyor. Yüzüne bakıyorum, sana sana hepinize diye bağırasım geliyor ıstıraptan küçülmüş elleriyle alnını kaşıyan amcaya. Tutuyorum kendimi.
Erzurum da bir Birsen vardı daha 18’inde ve tabi birde babası vardı. Başı açık kızlara, okuyan kızlara kötü gözle bakmış bir ahlakınortasında büyümüş bir baba. Namus deyince karısı, kızı, bacısı aklına gelen adamların ziyan ettikleri, yok saydıkları, harcadıkları kadınların ortak adı Birsen. Kadını ve kızı yok sayan bir zihniyetin, insan sınıfına hiç yadırganmadan alındığı toplumlarda, kokuşmuşluğun, çürümüşlüğün kurbanı Birsen.
Daha 18 yaşında pırıl pırıl bir çocuk. Okuyup bilim kadını olacak ve o sakin ses tonuyla, yanlışları yüzümüze sözleriyle vura vura gösterecek bir Birsen. “Bak bu olmadı, bu hiç olmadı, kıyafet seçerken zevksizsiniz ama kendinize ahlak seçerken daha zevksizsiniz diyecekti” gözlerimizin içine baka baka.
Keşke adını Birsen koymasalardı diyorum ya da yanımdaki yaşlı amca sadece bunu duyuyor. “Evladım bana mı diyorsun? Birsen kim? Birsen diyorum amca daha 18 yaşında!
18 yaş çoğumuzun özlemle beklediği, gıpta ettiği bir yaştır. Oysa asıl çürüme on sekizinden sonra başlar. On sekiz yaşın albenisi gözlerinizi bağlayıp çürümeye başladığınızı size hissettirmez. İşte Birsen de bu albeniye kapılıp çürüdüğünü fark edememişti ilk başta. O ümitle dünyaların önüne serileceği, her istediğini yapacağı, çocukluktan çıkıp yetişkinliğe geçeceği o günün hayalini kuruyordu.
Ve bugün büyüdüğüne milyon kere pişman bir Birsen.
İnsan, Birsen gibi basit ama aşkla seven biri için derin manalar içeren bir ad takacak kızına ve sonra hiç yokmuş gibi yapacak olacak şey mi? “Evladım sen ne içtin diyor yaşlı amca? Hayretle ve birazda korkuyla karışık. Yürek yedim ve birazda vicdan içtim en kırmızısından. Zamanında bol bulup savurduğunuz ve şimdilerde insan popülasyonunda nadir bulunan o mucizevi insan mayasından. Yanımdan kalkıyor ve hızla kapıya gidip düğmeye basıyor yaşlı amca. “Delirmiş” diye geveliyor ağzında.
İnsanlar şerit ihlali yapıyor otobüsün koridorunda, sürtünüp geçiyorlar Birsen diyorum! Duymuyorlar.
Şimdilik Birsen evinde, odası var mı? Bilmiyorum.
Ne düşünüyor? Düşünebiliyor mu? Bilmiyorum.
Düşünse yerinde duramaz. Freud ve arkadaşları öğrenilmiş çaresizlik diyor buna. Siz ne dersinizne diye bilirsiniz?
Otobüs biraz hızlanıyor, yol biraz kasisli, Birsen evinde. Şoför biraz acemi, ben galiba yanlış dünyadayım. Babası mutlu, babası bir madalya gibi göğsüne takacağı “namusuna helal getirmeden verdin” sözlerini duyarcasına sırıtarak ondan kurtulacağı günü bekliyor. Camın soğuğunu hissediyorum, insanların duygusuzluğunu hissediyorum daha kötüsü vicdanımın varlığını hissediyorum.
Herkesin yarası farklı mesela 27 milyon kölesi var dünyamızın. Sadece Hindistan da 44 milyon çocuk işçi var. Rusya da aile içi şiddet sonucu yılda 12 bin kadın ölüyor. Afrika da 30 milyon AIDS’li var. Ve Türkiye de yüzlerce belki de milyonlarca Birsen var.
Ne olacaktı yarın Birsen, bir günü daha tüketmenin o dayanılmaz sancısı içinde. Kendi tabiriyle “o ruhsuz insana” eş mi olacaktı? Ya da gazetelerin 3. Sayfalarından mı toplanacaktı? Hangi anne bir daha Birsen’i doğuracak, hangi adam sevecekti? Ve şimdi Birsen, 3. Sayfa haberi olmakla, gecekondu hanımı olmak arasında gidip geliyordu. Otobüs 12 metre, gecekondunun odaları belki daha küçük.
İçsesim belki mutlu olur demeye kalkıyor, bütün iç organlarım üzerine yükleniyor. Bu yaşta kadın olanlar mutlu olmazlar!
Bilmelerini isterim ki kızını anlamaktan yoksun her baba can düşmanımdır. Güvenini kaybettikleri her kızın ömür boyu en uzağındaki adamdır o artık. Kızlar en çok babalarıyla övünürler, en çok onların adından sonra söylemeyi severler adlarını. Ve artık Birsen’in hüviyetindeki o en belirgin yer kırılmıştır, dökülmüştür, silinmiştir.
Kadınlarımız, Tanrıdan sonra bizi koruyan ve sakınandır. Artık kork ey kızını anlamayan baba artık kork!
Otobüs yavaşlıyor ve ani bir frenle duruyor. Bakıyorum kimseler kalmamış içerde. Zaten hep böyle olur, kadınlar, kadınlarımız söz konusu olduğunda herkes bir yerlere kaybolur. Tek başına bırakırlar bu cenderenin içinde. Oysa Birsen, sokaktaki her adamın, kahvedeki, meclisteki, otobüsteki her adamın ortak sorunudur. Şoför biraz kendinden korkarak birazda görevini yapmış olmanın gururu ile “güzel kardeşim geldik, son durak” diyor.
Şimdilik Birsen parmağında bir metal parçası taşıyor yüreğinde ise buz. Elleri tanrıdan yana istemekten yorulmuş. Bir saksı çiçeği gibi sabah alıp güneşe koyuyorlar, akşam tekrar içeri alıyorlar. Evden uzaklaşmak yasak, başkalarıyla konuşmak yasak, sevmek yasak, duygularını ifade etmek yasak... Ah be çocuk, dünyanın başka bir coğrafyasında doğmuş olsaydın belki farklı olurdu sonun!
Bütün çocukluk çağındaki kadınların ahıyla, sitemiyle soruyor; “abi ben bu hiç tanımadığım adamla ne yapacağım?” İşte tam orda, fırtınaya tutulmuş bir gemi gibi bocalıyorum. Şoför diyor “son durak”, Birsen diyor “dünyanın sonu”
Şimdi bu hikâyeden ne anladık? İnsan Bazen kahırdan ölür. Coğrafya bedenime öykünme, toprağın üstüde mezardır, insan bazen kahırdan ölür!
İnsanlık nasıl ki her geçen gün yok oluyorsa, kadınlarda her geçen gün birer birer yok oluyorlar. Önce hayalleri sonra kendileri.
Kadınlarımız, Nazım’ın deyimiyle,sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelenler. Ne hayatlarımızdaki yeri, nede toplumdaki yeri tam olarak anlaşılıp değerleri bilinmiş değil. Doğmuş, büyümüş cahilliği ve hodbinliği ile övünenler için ipin ucu kaçmışta yetiştireceğimiz çocuklarımıza ve özellikle de erkek çocuklarımıza, karşıt cinslerine karşı daha yapıcı, daha insancıl davranmayı, onlarla eşit haklara sahip olduğumuzu öğretir ve bu bilinçle yetiştirirsek en az üç kadını bu kötü sonlardan kurtarmış oluruz.
İnsansız hava aracı var, insansız tiyatro var, insansız park var, insansız okul var. Kıya kıya bitiriyoruz! Yakındır kadınsız 8 Mart Dünya Kadınlar günüde olur!
Ve son bir not, 2020 yılında aileler yeni doğan kız çocuklarına en çok Zeynep (babasının süsü) adını takmışlar. Bu her şeye rağmen azda olsa sevindirici.
Hayatta olan, hayatımızda olan, tanıdık tanımadık tüm kadınların8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü Kutlu Olsun.