12 Eylül demokrasiye vurulmuş bir kelepçedir. Milletin iradesine müdahaledir. Dış mihrakların Türkiye'yi kendi planları içerisinde düzenleme çalışmasıdır. 12 Eylül Darbesi veya 1980 İhtilali, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Eylül 1980 günü emir-komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir askerî dönem başladı. Bu askeri dönem içerisinde kendi milletine, kendi vatan evladına bir düşman gibi davranan devlet yönetimi şekillendi. Cezaevlerinde işkenceler ve bu işkencelere mağdur kalan ve hayatını kaybeden vatan evlatları oldu. 12 Eylül 1980 Darbesi sosyal hayatın tüm noktalarında hissedilmiştir. Bu hain darbe; ekonomik sıkıntıları, cezaevlerindeki evlatlarından bihaber olan ailelerin çektikleri zülümleri ve bu ailelerin yıllarca sürecek mağduriyetlerini doğurmuştur.
Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 38 yıl geçti. 12 Eylül’ün üzerimizde bıraktığı acı hatıralar daha dün gibi aklımızdadır.Hayatının baharında hiçbir mevki, hiçbir makam beklemeden ülkesi ve davası için kendisini kör kurşunlara siper eden o zamanın yiğit gençleri ,Türk-İslam davası adına verilen şerefli mücadelede şehit olan 5 binin üzerinde dava arkadaşımızı, darbe sürecinde cunta yönetimi tarafından idam edilen 9 fidanımızı da unutmuyor ve nesilden nesile yaşatıyoruz. Başbuğumuz Alparslan Türkeş'in 12 Eylül 1980 darbesinde kurulan mahkemelerde verdiği ifadede ortaya koyduğu irade Türk milliyetçilerinin dik duruşunun takendisidir. Türk dünyasının Başbuğu’nun cuntanın kurduğu mahkemeye verdiği ifadedeki şu sözleri unutulmayacaktır:
"Ben burada önce Allahü tealanın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşuu, mes'uliyet ve vekarı içinde konuşacağım.Burada bir hesap görülecektir. Benim için bir bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve tarihe vereceğim.
Gayet açıklıkla söyleyelim ki, Türk Milletinin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarihin hükmü, bana göre mahkemenin tesis edeceği hükümden çok önde gelir.
Taşıdığım bayrak, temsil ettiğim mukaddes Türk milliyetçiliği uğrunda, komünist ve bölücü hainlerin kurşunlarıyla toprağa düşerek şehitler ordusuna katılmış olan Ruhi Kılıçkıran'dan Gün Sazak'a kadar şehit evlat ve kardeşlerimin rühaniyetlerinin de şu anda bizimle beraber olduklarını bir şekilde konuşmaya, yalnız hak bildiğimi söylemeye mecburum. Çünkü onlar, üç bin altı yüz can, bu hak bildiğimiz yolda "vatan-millet-din ve devlet" uğrunda şehit oldular. "
İdam sehpasında bile son sözün nedir denildiğinde ‘Vatan Sağ olsun´ diyen ülkücü şehit Fikri Arıkan ve diğer şehitlerimiz nasıl unutulabilir ki? Cezaevlerinde işkencelere maruz kalan diğer dava büyüklerimiz nasıl unutulabilir?
Mustafa Pehlivanoğlu, 7 Ekim 1980,
Cevdet Karakaş, 4 Haziran 1981,
İsmet Şahin, 20 Ağustos 1981,
Fikri Arıkan, 27 Mart 1982,
Cengiz Baktemur, 2 Mayıs 1982,
Ali Bülent Orkan, 13 Ağustos 1982,
Ahmet Kerse, 31 Ocak 1983,
Halil Esendağ, 5 Haziran 83 ve
Selçuk Duracık da 5 Haziran 1983 tarihinde 12 Eylül adaletinin (!) yağlı urganlarıyla şehitlik mertebesine ulaştılar. İnfaz edilirken bile tekbir getiriyorlardı.
Ceza evlerine medrese dediler. İdam sürelerinde hatim ettiler diye sevindiler. Yiğitler, ağabeyler, Kur'an ve vatan aşkı için darağacına yürüdüler.
12 Eylül 1980 askeri darbesini, dış mihrakların oyunlarını, ülkenin daha çok gerilemesini sağlamasını, körleşmiş zihniyeti, Türk Milliyetçileri'ne yapılan zulmü, tek suçları vatanı sevmek olan ve bu yüzden idam ettirilmiş olan ülkü devlerimizi asla unutmayacağız ve unutturtmayacağız. Milliyetçi Hareket Partisi olarak; Allah için, Vatan için, Bayrak için, canını veren tüm ülkücü şehitlerimizi rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz. Ve diyoruz ki: "Unutmak,tükenmektir!"